07
Haz

Kürt Sorunu Geçiştirilir, Mülkiyet İlişkileri Anlatılmazsa Yol Alamayız

EHP Genel Başkanı Hakan Öztürk, Can TV’de Atilla Taş’ın sunduğu “Açık Kayıt” programının konuğu oldu. Cumhurbaşkanlığı seçimlerini, sonraki süreci, solun ve sosyalistlerin mevcut durumunu değerlendiren Öztürk’ün programda yaptığı açıklamalar şu şekilde:

“Genele baktığımızda bir yönüyle şunu görüyoruz; insanlar alışkanlıklarına, kimliklerine, kanaatlerine, “sadakatlerine” çok bağlı hareket ediyorlar. Onun dışındaki konuları ikinci planda ele aldıklarını gördük. Ülkede son süreçte ortaya çıkan ekonomik, siyasi veya dış ilişkiler kapsamındaki tabloya dönüp bakıyor vaziyette olmayabiliyorlar. Birincisi, bunu akılda tutmakta fayda var.

Bir de şunu gördük; ekonomik koşulların kötüye gidişinin, Türkiye’deki demokrasi düzeyinin çok aşağılara düşüyor oluşunun anlatılması açısından belki de yeterli bir teknik kullanmadık. “Kulaklarda bir şey kaldı mı?” desek, muhalefetin cenahından da baksak, daha radikal devrimci yaklaşımların açısından da baksak, kulaklarda kalan pek bir şey yoktu. Biz de kendi varlığımızı ortaya koyuyormuş gibiydik. “Sol, sosyalist isek böyleyiz; başka bir aidiyet söz konusuysa buyuz” gibi bir yaklaşım vardı. Bu bizim önümüzü kapatıyor. Güncel meseleleri konuşmamızın önünü kapatıyor. Bu açıdan biz güncel meseleleri daha fazla konuşuyor olmalıyız.

“SOSYALİSTLERİN KÜRT MESELESİNİ ENİNE BOYUNA KONUŞMASINDA YARAR VAR”

Teoride bile kalmadık bence, teoriyle de ilgilenilmedi. Diyelim ki biz mevcut iktidar yapısının kendi kimliksel varlığını ileri sürmesinden şikayet ediyoruz ya... Herkesin buna bağlı kalmasını ileri sürüyor diye eleştiriyoruz. Kimlikler üzerinden bir kutuplaşma yaratıyorlar diye eleştiriyoruz. Ama buna karşı bizim; konjonktürü, günceli, ekonomik tabloyu veya Kürt meselesini yeterince tartışıp anlatabildiğimiz bir durum yok.

Kürt meselesini ayrıyetten özellikle anıyorum. Şimdi herkes görüyor ki, bir montaj olduğu kolayca belli olabilen bir video bile etkili oluyor bu ülkede. Buradan neyi çıkarmalıyız? Bunun etkili olmasını etkiliyor vaziyete gelmeliyiz. Bunun için de kamuoyu önünde özellikle sosyalistlerin Kürt meselesini enine boyuna, anlaşılır bir şekilde konuşmaya çalışmasında yarar var. Madem ki buradan ekonomik durumun konuşulmasının engellendiğini görüyoruz.

“TERÖR’, ‘HAİNLİK’ KONUŞMAKTAN TÜRKİYE’NİN ANA KONULARINA GELEMİYORUZ”

Ülkede ne konuşuluyor? CHP bile gitse alana diyorlar ki; “Acaba siz terörle ilişkide misiniz?” Düşününüz. Ekonomik koşulları, halkın barınma, beslenme sorununu konuşmalıyız ama bunlara sıra gelemiyor. Ülkede böyle bir gıda enflasyonu, kira enflasyonu var ama bunlara gelemiyoruz. Birisi çıkıp diyor ki; “Bakınız böyle bir video var. Hep birlikte ‘Haydi!’ diyorlar.” Buna toplum inanıyor, bundan geriye döndürmek çok zor oluyor.

Ben burada şunu görüyorum. Diyelim ki; Kürt hareketi zaten bu meseleyi birinci dereceden ilgilendiği konu olarak enine boyuna her yönüyle anlatmaya çalışıyor. Ama sol ve sosyalistler de Türkiye toplumuna Kürt sorununu anlatıyor olmalı. Yani gündeminde çok geriye atması hiç doğru değil. Bu, doğrudan bu ülkenin meselesidir. Bunu görmezden geldiğimizde, yeterince işlemediğimizde, yeterince konuşmadığımızda, Türkiye toplumuna yeterince anlatamadığımızda görüyoruz ki çok kolay manipüle ediliyor. “Terör”, “hainlik” gibi kriminal olayları konuşmaktan Türkiye’nin ana konularına gelemiyoruz. Doların, işsizliğin, enflasyonun, Merkez Bankası’ndaki rezervlerin geldiği durum ortada. Ama bunun konuşulmasını kolayca engellemiş oluyorlar.

“BU BAHSİ TÜRKİYE TOPLUMUNU İKNA EDECEK ŞEKİLDE AÇMALIYIZ”

Buradan benim çıkardığım şey; tabii ki iktisadi alanı konuşacağız ama bilelim ki, Türkiye toplumu, Kürt meselesiyle ilgili veya çoğunlukta olan kimlik dışındaki kimliklerle ilgili çok reaksiyoner davranıyor ve bu konuları anlamış değil. Burada bir haksızlık, çelişki olduğunu anlamış değil. Bunların tam seçime geldiğimiz günlerde, aylarda, haftalarda değil onun dışındaki zamanlarda önemli bir gündemimiz olması gerektiğini gözlemledim.

O sorulan soruyu göğüsleyelim. Bunu deşelim, bundan kaçınmayalım. “Neye göre buna terör diyorsun?”, “Toplum içinde bir haksızlık olamaz mı?” diye başlayalım bu tartışmaya. Toplumda bir haksızlık oluyorsa buna hak vermek gerekmez mi? Her Kürt meselesini konuşalım diyen insana rastladığında bu insan seninle bir ‘terörü mü’ konuşmuş oluyor? Bu bahsi açmalıyız. Makul, mantıklı bir şekilde, genel Türkiye toplumunu ikna edecek şekilde açmalıyız.

“KÜRT SORUNUNU DEKLARE ETMEK DEĞİL İZAH ETMEK GEREKİR”

Ben “Daha solu ilgilendiren konulardan konuşayım, örneğin Kürt meselesinden konuşmayayım” gibi bir yaklaşımın doğru olmadığını söylüyorum. Solcular böyle bir soruyu, böyle bir gündemi geçiştirici olmamalıdırlar. Zaten Türkiye toplumu, sosyalistlerden bu olayın değerlendirmesini enine boyuna dinliyor olmalı. Böylelikle de yarın öbür gün karşımıza çıkabilecek bir “terör” demagojisine karşı hazırlıklı olabiliriz. Ama bu en baştan kurulması gereken strateji.

Elbette biz sosyalistler olarak bir mülkiyet sorununu ileri sürüyoruz. Neden bu mülkiyet hep sermaye sınıfında birikiyor ve halkta hiçbir şekilde birikmiyor? Birikmemesinin onlarca yaratıcı yolunu bulmuşlar. Biz bunu konuşacağız tabii ki. Ama görüyoruz ki buna sıra gelemiyor. İnsanları Türk kimliği üzerinden, Kürt halkına reaksiyon gösterme temelinde dizayn edebiliyorlar. Bu, onların alanında çok kolaylıkla başarılabiliyor. Bunu akılda tutmakta fayda var. O nedenle bizim önemli gündemlerimizden biri sadece Kürt meselesini deklare etmek değil, bunu izah etmektir. Dünyanın her yerinde buna benzer meseleler olduğunu söylemek gerekir. Ülkemizde de bunun belli bir türünün yaşandığını söylemek gerekir. Bunu çözmemiz gerektiğini anlatmak gerekir. Kürt meselesinin söylendiği her alana, her yere, her kişiye “Bu, terörden bahsedecek galiba” diye bakmanın akıllıca olmadığını anlatmak gerekir.

Bunu her yönüyle işlemek gerekir diye düşünüyorum. İşlemedik, işlemiyoruz. İşlemediğimizde bu bize pahalıya patlıyor. Mülkiyet, yoksulluk sorununu anlatmaya gelemiyoruz. Her alanda bir yoksunluk yaşanması konusuna gelemiyoruz. Sağlık alanında, beslenme alanında, barınma alanında, ulaşım alanında, enerji alanında ciddi bir yoksunluk yaşıyoruz. Halkımız bunlara kolaylıkla ulaşamıyor. Böyle bir kamu hizmeti alamıyor. Kamu hizmeti anlayışı sıfırlanmış durumda.

Bunları açmamız gerekir ama bunları da açmayan bir yaklaşım var. Türkiye solunun şundan da çıkması gerektiğini düşünüyorum; “İşte yine zamlar yapıldı, o son zamlar geri alınsın”. Bu nasıl bir çizgidir? Son zamlar geri alınsa ne olacak, alınmasa ne olacak? Bu ülkede, bu dünyada mülkiyetle ilgili, yoksulların büyük bir açlık çekmesiyle ilgili büyük, makro bir mesele yok mu? Var. “Şimdi bu derin konulara girmeyeyim”, “Anlatmam zor olur”, “Çok mu radikal görünürüm?”, “Biraz daha popülistçe konuşayım” dedikçe bu da önümüze kocaman bir sorun olarak geliyor.

“GEZİ TOPLUMUN ‘ELİMDE KAMUYA AİT SON PARKI SANA VERMİYORUM’ DEMESİYDİ”

Bakın çok uzağa gitmeye gerek yok. Yakınımızda Şişli Etfal Hastanesi var. Orası halkın hastanesi değil mi? Gidip orada tedavi olabiliyordun. Şu anda onu ne yaptılar? Tartışmalı bir hale getirdiler. “Biz bunu buradan alacağız.” Niye? “Depreme dayanıklı değil.” Birçok olayda gördük ki “Bunda ufak bir pürüz var” denilen alan kamunun mülkiyetinden alınıyor, ya oraya otel yapılıyor, ya sermayeye direkt devrediliyor. Sermayenin etkin olduğu bir alana dönüştürülüyor.

Bundan başka neyle ilgileneceksin? Buradan sağlık hizmeti alıyorduk, alamıyoruz işte. Göz göre göre, alay eder gibi elimizden kamu mülkiyetinde olan bir şeyi daha alıyorlar. Bu bir hastaneyse hastane olarak alıyorlar. Parksa park olarak alıyorlar. Okulsa okul olarak alıyorlar. Dikkat edilirse toplum bunlara tepki verebiliyor. Gezi direnişi neydi? Toplumun “Elimde kalan kamu mülkiyetine ait son parkı da almak mı istiyorsun sen? Ben bunu vermiyorum.” demesiydi. Normalde toplum mülkiyet konusuyla ilgilidir. Kürt meselesiyle ilgilendiği gibi bununla da ilgilenir. İlgilendiği için kendi mülkiyetinde, kendi inisiyatifinde olan, kendi gezebildiği bir alanı sermayeye vermek istemedi. Bunun için çok büyük bir direniş söz konusu oldu. Bu anlamıyla da çok başarılı bir şekilde kamu mülkiyetinde olan bir park korundu.

“SEN SON ZAMMI BOŞVER SENİN MÜLKİYETİNDEKİ ALANI ALIYORLAR ELİNDEN!”

Aynı şekilde Şişli Etfal Hastanesi’ni de koruyor olmalıyız. Gidecek olan elimizdeki bir hastane, kamusal olarak devletten sağlık hizmeti alabilme imkanımız. Sol bunu yeterince anlatabiliyor mu? Anlatamıyor bence. Sol şuraya takılıp kalırsa anlatamaz; “Son zamların geri alınmasını istiyorum”. Sen son zammı boşver, senin mülkiyetindeki alanı alıyorlar elinden. Güle oynaya alıyor. Alay edercesine alıyorlar. Toplumun elinden bu mülk alınıyor.

Zaten şunu söyleyeyim size; Toplumun bir ev edinmesi, bir araba edinmesi, dengeli beslenebilmesi, bütün bu imkanlar elinden alınmış durumda. Bir işçi arkadaşın söylediği gibi bir bisiklet alması bile artık sorun. Şahsen bir mülk edinemiyor. Şahsen mülk edinemediği gibi daha önce edinmiş olduğu kamu mülkiyeti de elinden gidiyor. Bunları radikal bir şekilde açmak lazım. Şimdi diyorlar ki “Muharrem İnce biraz farklı gözüktü ve arayış içerisinde olan insanları etkiledi”. Yani bunu artık idrak edelim, arayış içerisinde bir topluluk var. Ne olsaydı? En bürokratik eğilime mi yakın dursaydı?

Arayış içerisinde bir topluluk varsa kendi köklü önerimizi söyleyelim. Radikal önerimizi söyleyelim. O zaman radikalizm sadece Muharrem İnce'nin kötü dans etmesinden ibaret kalmaz. Radikalizmimizin gerçekten bir sosyal, politik ve demin dediğiniz gibi gerçekten teorik bir içeriği olur. Teori mi konuşuluyor ki? Teoriden yola çıkılacak olursa ben işte iki tane sorunu tespit ettim. Kürt meselesini konuşmadığımızda, işin sonuna geldiğimizde kolayca “bu terördür” diye ekarte edilebiliyor. Dışarıda bırakılabiliyor.

“TÜRKİYE’DE TOPLUM HİÇBİR KAMU HİZMETİ ALAMIYOR, MÜLK EDİNEMİYOR, AÇLIK VE YOKSULLUK ÇEKİYOR”

İkinci sorun, “Sizin rahatınız iyi kardeşim, daha ne istiyorsunuz” denilerek Türkiye'deki toplumun alabileceği bütün kamu hizmetleri kökten engellenmiş oldu. Halk hiçbir kamu hizmeti alamıyor. Her konuda yoksun ve yoksul. Açlık, yoksulluk çekiyor. Her açıklanan açlık sınırında utanıyoruz ya utanıyoruz. Konuştuğumuz şey yoksulluk sınırı değil açlık sınırı. Normalde Türkiye toplumu bunları konuşmaktan utanır. “Ben açım” demez kolay kolay. Ama deseniz ne demeseniz ne? Türk-İş bir çalışma yapıyor. Başka durumlarda diğer sendikalar da yapıyorlar. Açıklanan rakam artık on bin üç yüz altmış. Toplumun yüzde kırkının aldığı asgari ücret ne? Sekiz bin beş yüz.

Toplumun kamu hizmeti alamıyor olmasını, yoksulluk çekiyor olmasını, yoksulluk yaşıyor olmasını sorun ediyor muyuz? Bu açıdan da olayı mülkiyet sorununa bağlıyor muyuz? Şimdi CHP sözüm ona solda, o nasıl konuşuyor durumu? Mesela Tayyip Erdoğan kendine göre çok temel bir şey ortaya atıyor. “Bu Nas’a göre Merkez Bankası'nın bağımsız veya bağımlı olması esas değildir” diyor. “Ben faizi düşürürüm” diyor ki o da gerçek anlamda faiz değil. Merkez Bankası'nın bankalara uyguladığı faiz. Aslında bunun faiz kavramıyla da bir alakası yok. Ama böyle diyor. Buna bağlı olarak da enflasyon düşecek diyor. Merkez Bankası Başkanı benim dediklerimi yaparsa en doğru işleyiş budur diyor.

“SORUN SADECE MERKEZ BANKASI’NI BAĞIMSIZ HALE GETİRMEKLE İLGİLİ DEĞİL”

Bütün bu temelsiz teze karşı bütün sözüm ona sosyal demokratların tezi ise şu: Hayır, Merkez Bankası Başkanı bağımsız olmalıdır. Yani bütün dünyada ve Türkiye'deki ekonomik sorunun muazzam açıklaması bu. Biz zaten AKP'li iktisatçılardan da buna benzer bir saçmalık dinliyoruz. Aslına bakarsanız sosyal demokrat olduğunu ileri süren veya muhalif olduğunu ileri sürenlerden de bunu dinliyoruz. CHP'lilerin böyle konuları tartıştıkları, ekonomistleri, akademisyenleri davet ettikleri bir toplantı vardı. Orada hiçbir sorun deşmediler ki. Onlar da ekonomik sorunların Merkez Bankası Başkanı'nın sadece bağımsız olmasıyla düzelebileceğini söylediler. Biz niye buna eklemlenelim ki? Ya da biz bunun karşısında niye susalım ki? Sorun sadece Merkez Bankası'nı bağımsız hale getirmekle ilgili değil.

Halk hiçbir şekilde bir mülk edinemiyor. Mülk edinmeyi bırakalım normal bir şekilde beslenemiyor. Kendisinin bugüne kadar edinmiş olduğu kamu mülkiyeti imkanları da birer birer alay edercesine elinden alıyor. Okulunun elinden alınması, parkının elinden alınması bu anlama gelir. Boş bir arazinin elinden alınması bu anlama gelir. Hastanenin elinden alınması bu anlama gelir. Halkın şehrin merkezinde bulunan hastanesinin bir değer kazanmış olmasını bile halka bırakmıyor sermaye sınıfı. Onu bile elinden almak için yirmi tane kumpas yapıyor. Bir tanesini kurtarmak için Türkiye çapında ayaklanma çıkartmak zorunda kaldık. Ama demek ki bundan ötürü de bir itiraz yükseltebiliyoruz yani.

“ÖNEMLİ KONULARI AÇARSAK SONUÇ ALAMAYIZ’ KAFASI YANLIŞ”

Solda şöyle bir hatalı durum var; “Ufak ufak konuları konuşalım, kendi kararlılığımıza dair bir şey anlatalım”. “Biz güvenilir bir partiyiz” falan gibi bir şey anlatalım. Bunu değil, ana ve büyük konuları anlatmalıyız. Taksim'deki o büyük parkın halkın elinde olması ya da olmaması konusu büyük bir meseleydi. Toplum orada büyük bir meseleye çok net bir şekilde el atmış oldu ve önemli bir iş yaptı. Demek istiyorum ki “Önemli konuları açarsak sonuç alamayız” kafası yanlış. Önemli sorunları açmalıyız. Mesela şimdi Türkiye'de elli ikiye - kırk sekiz bir durum var değil mi? Bu Ekmeleddin İhsanoğlu’nda da, Muharrem İnce'de de tekrarlanmış. Şu anda da tekrarlanmış. Yani aslına bakarsanız yüzde 2 - yüzde 4 oyun şuraya ya da öbür tarafa gidiyor olmasını konuşuyoruz. Bu da aslına bakarsanız hiçbir program ileri sürmeyen, çok bürokratik gözüken ve çok sıkıcı bir topluluğa oranla arayış içerisinde olan bir topluluk.

Mesela buna niye hitap etmeye kalkışmıyoruz? Belli ki radikal bir şey arıyor. Mevcut olanları istememiş işte. Solun genel varsayımlarına bakacak olursak mevcut yapılara teveccüh etmemiş, birçok düzen partisine teveccüh etmemiş. Bu insanlar bizim ileri sürebileceğimiz tezlere teveccüh edebilir. Biz bunu en başından dikkate alıyor olmalıyız. O yüzden “Radikalizmden uzak durayım”, “Ülkenin genel yönlendirilmesine ilişkin iktisadi veya siyasi yönlendirilmesine ilişkin konularla ilgili görüş belirtmekten uzak durayım” deyip küçük bazı konularla uğraşmak doğru değil. Bu yeterli değil.

Aslına bakarsanız sol büyük projeler ileri sürmekle eleştiriliyordu. Şu anda ise eleştirilecek bir yönü kalmadı. Çünkü hiçbir şey ileri sürmüyor. Ama ben ileri sürüyorum. Çünkü eğer işin sonunda o yüzde dörtlük toplama hitap etmek gerekiyorsa bir şey demek gerekir. Bunu her seferinde unutarak “Hadi kimliklerimizi saydıralım” diye seçime gitmenin bir esprisi yok. Bir söz söylemeliyiz, akılda kalmalı. Hiçbir şey değilse “Bu arkadaşlar bir mülkiyet sorunundan, açlık sorunundan bahsediyordu. Kürt meselesinden bahsediyordu, Alevilerin haksızlığa uğradığından bahsediyordu” dedirtebilmeliyiz. Bir şey söylüyor olmalıyız. Bunları formüle ediyor olmalıyız.

“BİR ŞEYLERİ PROTESTO EDECEĞİZ TABİİ Kİ AMA BİZ BİR ÖNERİ GETİRECEK MİYİZ?”

Solun şöyle bir naifliği var. Sokak dendiğinde hemen “O zaman son zamlara itiraz ediyoruz” diye anlıyor. Ben onu kabul etmiyorum. “Zamlar geri alındı, bitti mi? O zaman herkes evine.” demek oluyor bu. Zaten bu sadece Türkiye koşullarında yaşanan bir şey değil. Dünyada yaşanan bir gerçek. Siz genel dünya değerlendirmelerinden kaçınıyor olduğunuzda, böyle bir entelektüel riske girmediğinizde, böyle bir genel proje önerme riskine girmediğinizde hakikaten kafanız da çok ağrımaz. Mesela dünya çapında birçok yerde bir itiraz oluyor. Ayaklanma çıkıyor, yürüyüş oluyor, protesto oluyor ama o topluluk tam olarak ne istiyor belli değil. Bazen itiraz ettiği şey belli olsa  da - ona bile seviniyorum- onun yerine ne istiyor o belli değil. Eğer sadece “son zam geri alınsın” şeklinde bir şey istiyorsa onun sonu yok. Oradan bir yere gidilemez. Genel bir sistem eleştirisine varabiliyor mu bu iş? Buna bakıyor olmak lazım.

Bir şeyleri protesto edeceğiz ama tabii ki. Ama sistem eleştirisi yapacak mıyız, biz bir öneri getirecek miyiz? Gerçekten sol dediğimiz şey asıl olarak mülkiyet eleştirisi yapan bir kategori midir? Bir kavram mıdır? Bu neredeyse unutuluyor vaziyette. Görüldüğü kadarıyla insanların birçok sorunu yaşamasının temeli bu. Biz bir kere buradan konuyu açmalıyız. Tabii buradan konuyu açtığımızda diğer konular ihmal edilsin, demokrasi konuları ihmal edilsin, insanların kimliklerine ilişkin yaşadıkları durumlar dile getirilmesini demiyorum. O açıdan zaten Kürt meselesini aynı önemde dile getiriyor olmalıyız. Ama solun yaptığı hata bu. Bunu anmayıp genel soyut her konuyu anıyorlar. Mesela tam olarak biz emperyalizm tartışmasından kaybetmiyoruz. Zaten herkes anti-emperyalist. Kapitalizme karşı olmayanlar da aslına bakarsanız emperyalizme karşı olabiliyorlar. Bu konuda çok derin bir tartışma şu an itibariyle yok. Bizi köşeye sıkıştırdıkları durum bu Kürt meselesi. “Bütün olayları bir teröre doğru sürüklüyorsunuz” demagojisiyle biz karşı karşıya kalıyoruz.

İşin kolayına kaçmadan bunların önümüzdeki sorunlar olduğunu bilerek ve solun sorumluluğunda olan konuları da dile getirerek yürüyor olmalıyız. Ama niye böyle bir laf kalabalığına bu kadar kolay yeniliyoruz? Evet, gördük ki çok etkili oldular. Bu demektir ki buna hazırlıklı olmalıyız. Ben bu açıdan kamusal alanda ne kadar yapılabiliyorsa Kürt meselesinin tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Parti kurullarımızda da konuşalım ama toplumun önünde de konuşalım. Çünkü toplum her söylediğin cümleyle ilgili sana muhtemelen yüz tane soru soracak. Biz o sorularla muhatap olalım. Sonuçta bu toplumu ikna ederek, bazı konuları açıklamış olarak bir yere doğru yürüyeceğiz Ama bunların üstünü kapatarak konuşmamış olmak, gündem dışında tutmak solun bir taktiği neredeyse. “Ben daha önce o konuyu cevapladım” falan demek örneğin... Bu doğru değil. O konu da sosyalistlerin yükümlülüğündedir. Sosyalistler sadece bir konuyla ilgilenmezler. Bu da önüne gelir. Bu da bir haksızlık konusudur. Bu da bir çelişkidir. Uluslararası kapsamda bir çelişkidir. Bunu da konuşursun, aynı şekilde kadınla erkek arasındaki çelişkiyi de konuşursun. Bütün bu ana konulardan çıkıp çok tali konularda, söylemsel düzeyde bir solculuk yeterli değildir. Yani “Onurlu olmak” manasında bir solculuk yeterli değildir. Kritik sorunlara el atmak gerekiyor.

“SOLCU DEMEK KOLEKTİF BİR GÜÇ ORTAYA KOYMAK DEMEKTİR”

Şu anda hakikaten bir geriye çekiliş imkanı hiç kalmadı. Evet, seçim bitti. Daha da al denilecek, ver denilecek bir şey yok. Şöyle düşünmeyelim diye söylüyorum: “Aa şimdi burada böyle bir sonuç çıktı! Yani yapılacak bir şey de yok.” Hayır. Toplum başka geri çekiliş olmadığı durumda daha iyi bir rotaya bile oturabilir. Görür ki bu sadece seçimle olmuyor. Demek ki örgütlü toplum oluşması gerekir. Bu anlamıyla mevcut örgütlere iştirak etmesi gerekir. Uzaktan sadece kültürel anlamda solcu olmak bu işe yeterli değildir.

“Ben Nazım Hikmet'i severim, Yılmaz Güney'i çok severim, daha da ne yapayım ki” gibi bir çizgi doğru değil. Solcu demek kolektif bir varlık, kolektif bir güç ortaya koymak demektir. Zaten kapitalizm aslında sizi tek tek insan haline getirir. Çünkü tek tek insan haline getirirse sizi güçsüz yakalar ve gafil avlar. Sizin ona karşı tek gücünüz bir arada olmanızdır. Kolektif, örgütlü olmanızdır. Ben mesela şu eğilimi de görüyorum. Seçimlerin hemen sonrasında HÜDA-PAR’ın ve Yeniden Refah Partisi’nin Meclise girmiş olması ve bunların kadın düşmanı bir ortam yaratarak son kalmış 6284 sayılı yasayı kaldırmak veya onu yozlaştırmak üzere görüşmelere başlıyor olması kadınların tepkisini çekiyor. Bu durumda kadınların örgütlü mücadeleye yöneldiklerini görüyoruz. Bu, “Eğer tablo buysa ben o zaman kolektif bir tepki vermeliyim” yönünde bir tutumdur.

“HAYATTAKİ TEK SİYASAL OLAY SEÇİM DEĞİLDİR”

O nedenle “Bir başarısızlıkla karşılaştık, buradan bir yere gidemeyiz, başka bir olay olamaz.” diye düşünmeyelim. Hayattaki tek siyasal olay seçim değildir. Seçimleri asla hafife almamak gerekir. Seçimler sürecinde toplum çok politize olur ve tercihini ortaya koyar. Bilmiyorum dikkatinizi çekti mi, insanlar o bir tane oya mühür basarken nasıl heyecanlanıyorlar… Çok önem verdikleri bir olaydır. Toplum buna önem verdiği ve önemli olduğu için biz sosyalistler de buna önem veriyor olmalıyız. Buna önem verirsek bunda da gerekli sonuçları yaratabiliriz. O yüzden bugünden tutumumuzu belirlemeliyiz. Ama tek olay da beş yılda bir yapılan seçimler değildir. Önümüzdeki dönemde örgütlenebileceğimiz, mücadele edebileceğimiz, eylemler yapabileceğimiz, görüşlerimizi açıklayabileceğimiz tartışmalar yaratabileceğimiz onlarca alan var. Bunları yapıyor olmalıyız. Sol sadece seçimlerden seçimlere giren bir yapı olmaktan ibaret değil. Önümüzde başka birçok imkan var.

“YA BÜYÜK ÇAPTAKİ MESELELERE GİRERİZ YA DA GİRMİYORSAK ZATEN DÖNÜP BİZE BAKAN YOK”

Mesela şimdi sol içerisinde muhalifler arasında şöyle bir konuşma şekli var. Tam seçimin son haftalarında diyorlar ki “Çok çalıştık mı?”. Bakın bu yanlış bir yaklaşım. Bu sadece çok çalışmaya göre, bir yerlere gidip gelmeye göre olabilecek bir şey değil. Sizin başka bir dünya vaadiniz vardır. Bu dünya böyle olmamalıdır. Daha özgür bir dünya olmalıdır. Sömürünün olmadığı bir dünya olmalıdır. Insanların yokluk yaşamadığı bir dünya olmalıdır. Bunu dersiniz ve bir düzey de izah edici olursunuz. Formüle edersiniz. Ana sözleri olur bunun. Eğer sistem eleştirisi yapıyorsanız ve sistem değişikliği istiyorsanız buna bağlı olarak güç kazanırsınız. Ben bu anlattığım çerçeveyi öne sürüyorum ya, bir ekol de şöyle diyor: “Keşke son zamanlarda daha çok çalışsaydık, daha çok pazarda dolaşsaydık”... Tabii ki bunlar yapılmalıdır da bu iş pazarda biraz daha fazla dolaşmayla çözülebilecek kadar kolay bir iş değil. 

Şimdi bunu söylemenin de şöyle bir arka planı var. Esas politik konuyu yine tartışmamış oluyoruz. Ama tablonun biraz sorunlu bir şekilde böyle ortaya çıkmasının getireceği faydalı boyutlardan bir tanesi şu olacaktır; tartışmak daha mümkün olacaktır. Daha kolay olacaktır. “Çok çalış”, “Sen boş ver siyasete kafa yorma”, “Onu bizim bile söylememiz gerekmez”, “Senin düşünmene bile gerek yok” çizgisi bence gerileyecektir. Hiçbir şey söylemeden toplumda nasıl önemli bir şey yapılır ya? Bu dünyada iktisadi konulara, ekonomiye ilişkin bir şey söylüyor olman lazım. Çünkü insanlar sonuçta akşam evine ekmek götürecek. Çocuğun önüne kahvaltıda peynir koyacak. Bir yemek içmek, karnını doyurmak davası var. Bu nedenle önemli bir şey söylüyor olmanız gerekir. Bunu şöyle sunacaklar: “Üç bin değil beş bin bildiri dağıtsaydık”... Bunlar çok kısmi, çok ufak çapta mevzular. Büyük çaptaki mevzulara ya gireriz ya da girmiyorsak zaten dönüp bize bakan yok yani sorun bu.

“SEÇİM GÜVENLİĞİ SON GÜNÜN SORUSU DEĞİL”

Bir boyutu daha söyleyeyim size. Bu seçim güvenliği konusu da son gün konusu değil. Mesela bizim muhalifler çok kızıyor CHP'ye. Yani böyle mi olur sonuçları açıklamak? Özellikle birinci parlamento seçimlerinin de olduğu aşamayla ilgili. Hiçbir şey diyemediler. ANKA ne sonuç verdi? Hiçbir sonuç yok. Böyle mi olur? Ben zaten yüzde 2 bin katılıyorum CHP'nin böyle eleştirilmesine. Sen o kadar devletten yardım alıyorsun, ödenek alıyorsun, imkanların var. Kendine göre uygun, optimum bir örnek bile belirleyip “Türkiye çapında aşağı yukarı durum budur” diyemiyor musun? Sonuçta bu baktığımız anketler iki bin kişiden falan oluşuyor. Sen son seçim günü iki bin kişiden değil de yani iki yüz bin kişiden mütevelli sonuç elde edebilirsin. Ki istatistikçilerle oturup konuşsak bunun kaç tane kolaylaştırıcı versiyonu ortaya çıkabiliyor. Ama CHP'nin bizi getirdiği durum bir facia. Önceki bütün durumlarda da öyleydi ve Muharrem İnce'ye kızılıyordu. Demek ki sadece sorun Muharrem İnce'de değilmiş. En son birinci turdaki seçimlerde de aynı tabloyu gördük. Ne dediler? Çıkıp kuvvetli bir söz söyleyebildiler mi? Söyleyemediler. Neden? Gerçek bir seçim güvenliği yok. Gerçekten bir seçimin kontrolü yok. Verilerin bir kontrolü yok.

“EHP OLARAK SEÇİM GÜVENLİĞİ KONUSUNU BÖYLE BİR BOYUTA BIRAKMAYACAĞIZ”

Şimdi birinci çuvaldızı CHP'ye batırdık. Peki onun dışında kalan biz Emek ve Özgürlük İttifakı? Biz de neredeyse onun yarısı kadar oy alıyoruz, değil mi? O yükümlülük bize de düşmez mi? Ama bakın bizim muhalifler arasında bunu diyen yok bile. “Onu CHP yapmalıydı” diye bakıyoruz da biz de yapabiliriz mesela. Emek ve Özgürlük İttifakı olarak biz de yapabiliriz. Daha ne kadar ağzımızın yanması gerekir? Bundan sonraki seçimde çok üzülmek istemiyorsak bir kere bu seçim güvenliği işini ciddiye almalıyız. Yoksa hiçbir zaman o ekranların karşısına çıkıp kuvvetli, net ve tok konuşan bir insanımız olmayacak. Eğer CHP'yi eleştiriyorsak, biz kendimiz de onun yarısı kadar bir kuvvetiz. Bunu yapmak üzere yola çıkabiliriz. Biz Emekçi Hareket Partisi olarak bir sonraki seçimi böyle bir boyuta bırakmayacağız. Kimse yapmıyorsa biz yapacağız. Yani biz buna soyunacağız. Eğer çevremizdeki yoldaşlarımız da buna el atmazsa onlara da kızacağız. Seçim günü böyle bomboş kalmayalım. Hiçbir şey söyleyemez pozisyonda kalmayalım. Bunu ilk denememizde belli bir noktaya geliriz, ikinci denememizde çok ideal bir noktaya gelebiliriz. Ama hiç denemeden, hiç buna girişmeden, hiç bu işin teknik ve siyasal boyutuna kalkışmadan bu iş olmaz.

“Kimse kuvvetli konuşamıyor işte efendim, sokaklarda bu olaya itiraz edelim.” Yani bu kitleler nihayetinde boşu boşuna sokağa çıkan kitleler değil ki. Bir bilgi temelinde sokağa çıkacak kitleler. Sen neye dayanarak mesela hadi sokağa çıkalım diyeceksin? Ya sonuçlar gerçekten öyleyse? Kim o sorumluluğu alacak?

Deneyebilirsek, belli örnekler üzerinden bakabilirsek, ya da tam tamına bakabilirsek, ANKA’yı bir kenara bırakarak kendimiz bir ajans kurabilirsek neden olmasın. Niye kurmayalım? Madem ki bu kadar önemli işlere soyunuyoruz. Ama ben şimdi Türkiye solunun yaklaşımını söylüyorum: “Bu çok büyük iş” diyecekler. Hep biz ufak işlerle mi uğraşalım? Hep sadece sokağımızın derneğiyle mi ilgilenelim? Bu olmaz işte. Bu, Türkiye'nin meselesidir. Ben Türkiye'deki meseleleri çözmeye adayım diyen buna da soyunmalıdır. Zaten Emek ve Özgürlük İttifakı’nda bunun için çok büyük bir potansiyel var. El birliği içerisinde olursak bunu yapabiliriz. Bazı durumlarda yanlış çıkmış olması bunun önemsiz olduğu anlamına gelmez.

Seçim güvenliği konusunu CHP kadar biz de yapıyor olma yoluna girmeliyiz. Biz yapmıyorsak bana göre CHP'yi eleştirme hakkımız yok. Eğer böyle olursa seçim günü oturup yine devletin, o açıdan da yani AKP'nin hakimiyetinde olan bir kanaldan sonuçları dinlemiş oluruz. Sonuçların her seferinde ne kadar manipüle edildiğini görüyoruz ve belki oylar birbirine yakın olsaydı daha da fazla manipüle edeceklerdi. Gerek duymadılar şu aşamada. Şunu dile getirmiş olayım; hem ana sorunları gündeme getirmeliyiz hem de seçimler sürecinde bu sonuçları politik, teknik olarak elimizde tutmalıyız. Şu anda biz de kameraların karşısında çok önemli bir söz söyleyemiyoruz. O açıdan İnce'yi eleştiriyorum. Eleştiriyorum İnce'yi de İnce'den öteye gidemiyoruz ki. Bunu da bilelim. Bu solculuk da bütün eleştirilerden ari olmak, uzağında olmak anlamına gelmez ki.

“ENFLASYON, İŞSİZLİK BÖYLEYKEN SÜREKLİ İNSANLARA ŞİDDET UYGULAMAK SONUÇ VERMEZ”

İktidardakiler şuna çok alıştılar, o yoldan dolu dizgin gidiyorlar. “Biz demokrasi tanımayız, anayasal haklar tanımayız. Basın özgürlüğü tanımayız. Gösteri ve yürüyüş yapma hakkı tanımayız. Sendika kurma hakkı tanımayız. Sendika kurmaya kalkışmış bütün işçilerin işten atılıyor olmasını kolaylaştırırız” gibi yaklaşımlara sahipler. Anayasal hakları hiçbir yönden dikkate alır bir gidişat içerisinde değiller. Buna çok alıştıklarını kendilerini yüceltmelerinde görüyoruz. Bir partinin bile Erdoğan'la öyle bir ilişki kurması; onu görülmemiş, muazzam, neredeyse ruhani lider falan pozisyona getirmesi doğru değil ama neredeyse bunu bütün Türkiye’ye teklif ediyorlar yani. “Siz de hani böyle hissedin” demek istiyorlar. Evet, alışkanlıklarında bu var diye görebiliriz. Bunu çok yükselttiler.

Ama onlara kötü bir haberim var. Merkez Bankası'nın rezervi böyleyken, dolar bu duruma gelmişken, dünya çapındaki itibarları sıfırlanmış iken, enflasyon böyleyken, işsizlik böyleyken, yani bankalar nakit ödeme yapıp yapamama noktasındayken gece gündüz liderimizin ne kadar ruhani olduğunu anlatmak bir sonuç vermeyecektir. Sürekli insanlara şiddet uygulamaya kalkışmak, onları itip kakmaya kalkışmak tam anlamıyla bir sonuç vermez.

“DİKKAT EDERSENİZ TÜRKİYE SAĞININ BİR KISMI BİZİM TARAFA GEÇMİŞ”

Bu ülkenin de bir mücadele deneyimi var. Ne darbeler görmüş, ne doksanlar görmüş, ne seksenler görmüş… Bütün bunların içerisinden mücadele ederek çıkmış. Seninle mücadele eder. Burada AKP'nin içerisindeki o oy farklılaşmasına dikkat çekiyorsunuz. Halkın olan bitene bir düzeyle de gözü açık elbette ki. Ama bundan da öte önemli bir başarı var diyebiliriz. Aslına bakarsanız Türkiye'de eskiden yüzde otuz, yüzde yetmiş dengesiyle konuşulurdu. Şimdilerde yüzde otuz beş, yüzde altmış beş dengesiyle konuşuluyor. Yani “Yüzde otuz beş çok çok genel manada değişime taraftardır. Yüzde altmış beş asla taraftar değildir” denilmek isteniyor. Ama şimdi muhteşem Türkiye sağının ruhani lideri olabilen, sözünün üstüne söz söylenmeyen Türkiye sağının geldiği durum ne? Yüzde elli ikiye - yüzde kırk sekiz. O yüzden toplumumuzdaki mücadele eden insanlar böyle bir tereddüte düşmesinler. Yani mücadele ediyoruz. Bu tabii üç ay içerisinde olmaz. Beş ay içerisinde olmaz. Tarih çok uzun. Ama dikkat ederseniz burada da tablo epey değişmiş. Yani Türkiye sağının bir kısmı bu tarafa geçmiş. Çok genel manada Tayyip Erdoğan'a karşı olma tarafına geçmiş. “Anayasal haklara uymuyorsun. Laikliği ayaklar altına alıyorsun. Kadınların haklarını ayaklar altına almaya kalkışıyorsun. Ben bunları kabul etmem” diyor bu tarafa geçenler. Bir şehirli hayatını savunuyor. Çağdaş toplumu savunuyor. Bu anlamıyla şehirli bir insanın bir futbol kulübüyle ilişkisini savunması bile ileri oluyor.

Mesela bir ara Tayyip Erdoğan'ın indirilmesinden, onun yerine başka bir Cumhurbaşkanı seçilmesinden bahsedildiğinde “darbe mi oluyor, ne oluyor?” diye konuşulduğunda kulüp üyelerinin bir kısmı “zaten biz bizim kulüp başkanını da değiştiriyoruz” dediler. Yani şunu demek istiyorum. Ortalama bir şehir hayatı ruhundan bile çok uzak bir sağ bu. Ama sağın bir kısmı “Bizim kulüpte çok sevdiğimiz başkanı da değiştiriyoruz ülkede niye değiştirilmesin” diye bunu söylüyorlar.

Bundan da neye varıyorum? Bütün bu toplumsal yaşantılar, bizim Türkiye solu olarak temel birçok meseleyi anlatmamız bazı değişikliklere sebep oluyor. Tabii tarihin ilerlemesiyle de birlikte. O sebeple en son yüzde otuz beşe altmış beşten, elli ikiye, kırk sekizden bahsediyor pozisyonuna geldik. Anlı şanlı olarak birinci turda bu işi bitiremedi. Bu, sözünden sual olunmaz Türkiye sağı için büyük bir yenilgidir. Bir yönüyle biz de yenildik ama onlar da bu bağlamda yenildi. Biz çıkıp kutsal bir kitabı göstermiyoruz. Onlar kutsal kitabı gösterirken oy alıyorlar. Biz bunları yapmıyoruz. Biz laikliği savunuyoruz. Biz insanların inanç özgürlüğünü savunuyoruz. Bütün çağdaş yenilikleri savunuyoruz ve yenilikleri savunmak kolay değildir. Yenilikleri savunan herkes bir zorlukla karşılaşır. Ama şunu bilelim. Toplumun yüzde kırk sekizinin içerisinde İYİ Parti var, AKP'den ayrılan partiler var ve onlar karşı tarafa gitmediler. Herkes bir Sinan Oğan değil. Bu tarafta kaldılar. Öyle ya da böyle bu çizgiyi savundular. Bu neyi savunmak demektir? İnsanlığın temel kazanımlarını savunmak demektir. İnsan haklarını savunmak demektir. Güçler ayrılığını savunmak demektir. Bir anayasa işleyişini savunmak demektir. Şu anda AKP'liler anayasa deyince “O da ne gibi” yaklaşıyorlar ama bir toplumu toplum yapan, diğer modern toplumların yanında tutan şey o toplumun anayasayla birbirine bağlılığıdır. Anayasa yoksa polisin öyle ya da böyle demesine göre biz gidiyorsak o toplum toplum olmaya devam edemez.

“AKP FETİHÇİ GİBİ KONUŞUYOR AMA BUNDAN SONRASI O KADAR KOLAY DEĞİL”

Dış politikada bundan sonrası o kadar kolay değil. Çünkü bu denemelerinde başarılı bir vaziyete gelemedi. Kendisine göre bir tek sınırın bir kısmında kendime göre bir tutunma noktası edindim demesi dışında aslına bakarsanız anlamlı başarısı yok. Zaten bu kadar önemli bir başarıya müsaade edecek dünya dengeleri de yok ya da Türkiye o derecede bir aktör değil. Bunu bir düzeyde Rusya'dan müsaade almakla ya da Amerika Birleşik Devletleri'nden müsaade almaya çalışmakla elde etmek de mümkün değil. Burada sadece Türkiye'nin Kürt meselesi ekseninde bunları kışkırtma eğiliminde olduğunu, bu prizmadan bakarak bütün olayları düzenlemeye kalkıştığını gözlemliyoruz. Bundan geri durulması gerekir. Biz böyle yapmıyor olduğumuzda bu sınırlarımızdaki birçok ülkede bir sorun yaşamıyorduk. “Mısır'a bile dahil olduk. Libya’ya bile dahil olduk. Ben bunlara dahil olurum, buraları düzenlerim, bunları yapabilirim.” diyen, bu anlamıyla zaten kendi ülkesindeki tabloda bile fetihçi gibi konuşan bir anlayış. Dış dünyaya ilişkin de tabii ki fetihçi gibi konuşuyor. Bunu bir marifet zannediyor. Ama bu fetihçi yaklaşım doğru değil. Kimse kucaklarını açmış kendi ülkesinin fethedilmesini beklemiyor. Herkes kendi dünyasına göre bir ülke tasarlıyor ve onun içerisinde yaşamaya çalışıyor. Bunu Suriye'ye ilişkin Erdoğan dile getiriyor. Sanki oradakiler “Türkiye gelsin de burada hakimiyet elde etsin” dermiş gibi bir şey ileri sürüyor. Biz kendi ülkemizle ilgili nasıl böyle bir şey asla kabul etmezsek başka ülkeler de kabul etmez. Başka bir memleketten insan gelsin de benim ülkemin nasıl olacağını şekillendirsin… Kim bunu kabul eder ki?

Kendi ulusumuza, kendi ülkemize tanıdığımız hakları diğer uluslara ve diğer ülkelere de tanıyor olmalısınız; doğru, eşitlikçi yaklaşım budur. O anlamıyla ben o diğer tutumların hepsini yanlış buluyorum tabii ki. Önümüzdeki dönemde bunları yapmak o kadar kolay olamayacaktır. Kendi ekonomisi de öyle ilk on yılları gibi değildir. 2013’ten önceki zamanlardaki gibi davranabilme olanakları yok. Çünkü öyle bir kredi imkanına sahip değiller. Dünyadaki kredinin dağılımı Türkiye'ye yönelir gibi bir pozisyona sahip değil. O açıdan önceki zamanlarda yaptığı türden işleri de pek yapabilir durumda değiller. Düşünün; Suudi Arabistan'la çelişebilen, ona laf söyleyebilen konumda iken, milyar dolarlar için Kaşıkçı cinayetini göz ardı etti. O yüzden o konularda da çok girişken davranamayacak diye düşünüyorum.

“ÖRGÜTLÜ OLMAKTAN BAHSETMİYORSANIZ ASLINDA BİR LİBERALSİNİZDİR”

Fakat şöyle bir olumlu şeyi de söyleyeyim. Bütün bu tabloda bir laiklik meselesinin olduğunu, kadınların haklarına, çocukların haklarına ilişkin büyük bir tırpanlamanın söz konusu olduğunu biliyorsunuz. Bunun en başta gelen yönü çocukların küçük yaşta evlenebilir olduğunu ileri sürmek. Bu anlamıyla hem kadın bedenine hem çocukların varlığına ve bedenine yönelik çok büyük bir saldırı var. Kadınlar bu yaşananları görüyor. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Kadın Meclisleri’ne üye olmak için sayısız insan başvurdu. Hemen seçimlerden sonra bunu öğrendim. Bu ne demektir? Toplum eğer daha fazla geriye çekilme imkanı kalmadıysa, bu politik gerilim aşamasında “Benim örgütlü bir duruş sergilemem gerekir, benim örgütlü bir mücadele sergilemem gerekir” diyor. Bu, çok fazla umutlanmamızı gerektiren bir olaydır. Bunları da unutmayalım. Bunun kıymetini bilelim. İnsanları tekrar sadece bireysel düzeyde kalmaya yönlendirmeyelim. Solcu olmanın alametifarikası sadece onurlu olmaktan ya da sadece kültürlü olmaktan bahsetmek değildir. Örgütlü olmaktan bahsetmektir. Örgütlü olmaktan bahsetmiyorsanız aslına bakarsanız bir liberalsinizdir.

“YAPMAMIZ GEREKEN BİRLİKTE DURMAK, KOL KOLA DURMAK”

Liberalizm sadece neoliberalizm savunmakla olmaz. İnsanları bu zorluklarla dolu kapitalist dünyada yapayalnız bırakmak, onun örgütlenmesini asla önermemek ve bu yönde bir çaba sarf etmemek de bir liberalizmdir. O açıdan kendini liberalizasyondan çok azade görülen sola da buradan bir eleştirim olsun. Bizim kendi hayatımızı, dünyamızı ve ülkemizi değiştirebilmemizin koşulu örgütlü, kolektif bir güç yaratmaktır. Bizim başka türlü zaten bir paralı ordumuz yok. Tankımız yok, topumuz yok, tek gücümüz bu değil mi zaten? Sendika kurmamızı bu kadar engelliyorlar. Bütün işçileri işten atıyorlar. Niye bunu biraz normal karşılamıyorlar? Ki bu bir anayasal hak. Anayasada yazıyor. Biz buna kendimiz durduk yere böyle bir şey yapalım demiyoruz. Bu anayasal hakkını kullanmak için bütün işçiler birleşiyor ve uzunca bir zaman gizlilikle bunu yürütüyorlar. Diyorlar ki sendikayı kurduk ondan sonra bitmeyen mahkemeler süreci başlıyor. O insanları işten atma süreci başlıyor. Diyelim ki bunu başardılar. Bir sendika kuruldu. Ben grev yapacağım dese hemen müdahaleler başlıyor. Hemen bakanlar kurulunun kararı başlıyor, efendim “bu milli güvenliği tehlikeye atar” diye. Yapmamız gereken şey bize liberallerin öğütlediği gibi tek tek durmak değil birlikte durmaktır. Kol kola girerek durmak. Bu çok iyi bir şeydir. Bu çok güç veren bir şeydir. En sonunda bunlar gönderici olur. Bunlar tayin edici olur.

Yani ne oluyor? Bir sürü açıdan eleştiriyoruz değil mi? Ama hikayenin sonuna gelmeye başladığımızda ne yapıyoruz? CHP'ye dönüp bakıyoruz değil mi? Emek ve Özgürlük İttifakı'na bakıyoruz. Yeşil Sol Parti’ye bakıyoruz. Emekçi Hareket Partisi'ne bakıyoruz. Bununla birlikte diğer siyasal örgütlere, Alevilerin örgütlerine bakıyoruz tabii ki. Kadın örgütlerine bakıyoruz. Bütün tüketici örgütlerine bakıyoruz. Toplumun itirazını nasıl yükseltiyorlar diye. Böyle olmalıyız ama bence bir musibet bin nasihatten iyidir. Bu musibetin de başka bir yöne gitmemize sebep olacağını düşünüyorum. O açıdan böyle klasik umutsuzluk psikolojisine girmeyelim. Eğer bir boyuttan bir olayın ilerleyişinde ümidini kesmiş isen başka bir kapıyı zorlarsın. O klasik bir ümitsizlik vakası değildir. Artık başka bir kapının, başka bir yolun ümidi başlar.

“KÜÇÜK DAYANIŞMA İŞLERİNİ ÇOK ÖNE ÇIKARTIRSANIZ DEVLET GELİR BÜYÜK DAYANIŞMA YAPAR, EZER GEÇER”

Bu işi bireysel olmaya çok indirgediğinizde bireysel olarak bile devam etmeyebilir. Yani oy kullanmaya gitmiyor aslında. Bireysel olarak evinden gidecek, oyunu kullanacak. Tekrar evine gelecek. Ama seviyeyi o kadar düşürdüğünüzde onu da yapmaz bir toplumla karşı karşıya kalırsınız. O yüzden işi başka bir yerinden tutmak lazım. Mesela şimdi böyle bir tabloyla karşılaştık. Sorunlar var mı? Var. Ama bu bizim bazı tartışmaları daha rahat yapmamıza imkan tanıyacaktır. Sadece genel çalışkanlık değil, sadece küçük dayanışma işleriyle uğraşmak değil. Çünkü küçük dayanışma işlerini çok öne çıkartırsanız, devlet gelir, büyük dayanışma yapar, ezer geçer sizi. Ezer geçer. Yani bunları çok yüceltemezsiniz. Siz sonuçta bir sistem eleştirisi yapıyorsunuzdur düzen partisi değilseniz. Bunu da kendi kolektif gücünüzle yapacağınızı ileri sürüyorsunuzdur.

“DAHA ÖRGÜTLÜ BİR TOPLUM HALİNE GELEBİLİRİZ”

Bunu başarabilmenin olanakları ortaya çıktı. Bir tartışmanın çok büyük bir olanağı ortaya çıktı ki başka kapılara başvurabiliriz. Daha örgütlü bir toplum haline gelebiliriz. Ülkenin genel gidişatını belirleyen sözleri söyleme yükümlülüğünde görebiliriz kendimizi. Eğer o yükümlülükte görmüyorsak zaten dinleyen yok bizi. Ondan sonra da çok farklı durumlar arayan genç insanlara niye hitap edemediğimizi konuşuyoruz. Ya genç insan ne ister ki? Önemli bir değişiklik ister. Yeni gözünü açmıştır, yani daha yenilmemiştir. Solculardaki o yorgunluk, onda daha yoktur. Önemli şeyler yapmaya da eğilimlidir. İşte Gezi bunun en büyük en önemli örneği. Şimdi gençlere saydırıp duruyorlar. Gezi'yi kim yaptı yani? O kadar genç insan hayatını kaybetti. Onlar fedakar mı değil mi? Fedakar işte. Ayrıyetten onları Muharrem İnce'nin şahsında konuştuk değil mi? Dans etmekten öte bir şey de yapsaydık. Önemli öneriler getirseydik, önemli açılımlar yapsaydık, radikal açılımlar yapsaydık. Bu radikalizm korkusu nedir?

Ondan sonra tuhaf bir şekilde radikal gözükenler kimler? Muharrem İnce, Sinan Oğan bir de Zafer Partisi'nin Genel Başkanı. Radikal gözükenler tuhaf bir şekilde bunlar oluyor. Neden? Radikal olmanın bütün hepsini sürekli kötülüyoruz. “Ufak şeylerden konuşalım. Güzel şeylerden konuşalım. Tatlı şeylerden konuşalım. Popüler şeylerden konuşalım ve popüler olalım.” Bunlar sola yetmez.

“BİZDEN ÖNCEKİLER NASIL RİSKLER ALDILARSA BİZİM DE O TÜRDEN RİSKLER ALMAMIZ GEREKİR”

En sonunda hikayenin ne olacağına bakmamız lazım. Ayın sonunda ne olacak? Büyük hikayenin sonu ne olacak? Onu ancak büyük örgütlerle yaratabiliriz. Büyük vaatlerle, büyük sözlerle büyük politik programlarla yaratabiliriz. Politik programdan uzak durursanız ne dersiniz: Çok çalışsaydım… Çok çalışacak, pazara bildiri dağıtmaya gidecek, peki ne diyecek? “Merhaba. Ben solcuyum, iyi bir insanım.” Sonra? Aslına bakarsanız bu, AKP'de eleştirdiğimizin şeyin tam yansıması. Bu da bir kimlik. Kimliğini ileri sürüyorsun. Biz zaten Erdoğan'a kimliğini sürekli ileri sürdüğü için eleştiri getirmiyor muyuz? Kimliğini boş ver. Senin aslan kaplan oluşunu boş ver. Ruhani oluşunu da boşver. Sanki seçilmiş gibi, gönderilmiş gibi olduğunu da boşver. Sözünü söyle diyoruz. Sözü yok. Yani insanlığa yararlı bir sözü yok. Sadece bizi beka yönünden tehdit ediyor. Bunun dışında bir şey yok.

Ama biz de kendimize dönüp baktığımızda ‘solcuyuz ve iyi insanız’. “Sevilir bir insanız” demenin ötesine gitmemiz gerekir. Bu bir entelektüel risk almayı gerektirir. Bizden öncekiler nasıl riskler aldılarsa bizim de o türden riskler almamız gerekir. Dünyaya ilişkin yorumlar yapmamız gerekir. Önemli savaşlara gireceğiz. Stalin önemli savaşlara girmişti. Önemli sözler söylemesi gerekti. Marx yine öyleydi. Mao yine öyleydi. Bildiğimiz bütün önemli insanlar çıktılar ve dünyayla ilgili önemli şeyler söylemeye çalıştılar. Çünkü önemli sorunlarımız var. Bak biz zaten bunları konuşmaktan diğer konulara gelemiyoruz. 

“KAPİTALİZM HEP TEKNOLOJİ GETİRMİYOR, MESELA DÜNYA SAVAŞLARI GETİRİYOR”

Kapitalizm bizi nereye götürüyor? Kapitalizm olayı tamamen kar mantığına göre evirip çevirdiği için muazzam bir iklim krizi yaşıyoruz. Son sekiz yıl en yüksek ısıya sahip olan sekiz yıl, en yüksek sıcaklığa sahip olan sekiz yıl. Bu bize bir şey anlatıyor. Böyle bir sanayileşme, böyle bir kapitalizm bize doğanın bile yok oluşunu getiriyor. O açıdan bu sadece işçilerin hakları konusu bile değil. Bu iş böyle giderse bütün o yüz milyarlarca doları eline geçirmiş koskocaman bir yapıyla karşı karşıya kalırsak ve tek başımıza karşı karşıya kalırsak o bize bir gram söz hakkı vermeyecektir. Dünyayı nereye götürecekse oraya götürecek. Şimdi iyiye götürürler. Teknoloji getirirler. Ama hep teknoloji getirmiyorlar. Mesela dünya savaşları getiriyorlar. Şu anda biz bunu tartışmak zorunda kalıyoruz değil mi? Rusya, Ukrayna savaşında aslına bakarsanız iki kampın savaştığını biliyoruz değil mi? O iki kamp milyarlarca, trilyonlarca doların biriktiği kampla o milyarlarca dolar üzerinde tek bir söz hakkımız yok.

“TRİLYONLARCA DOLAR ÜZERİNE TEK BİR LAF EDEMİYORUZ”

Biz şu anda Erdoğan'ın üzerinde, Erdoğan'ın yetkilerinin kullanılması üzerinde söz hakkımız olamadığında ne kadar laf ediyoruz değil mi? Trilyonlarca dolar üzerinde tek bir laf edemiyoruz. Dünyayı savaşa sürüklüyorlar. NATO diye bir taraf var. Bir de öbür taraf var. Bu durum, hiçbir şekilde kontrol edemediğimiz bir tarzda kötü bir noktaya doğru gidiyor. Bunları radikal, sosyalist insanlar, solcular söylemiyor. Birinci Dünya Savaşı’nı bilmeyen mi var? İkinci Dünya Savaşı'nı bilmeyen mi var? Ders kitaplarında okutuluyor. Bir bakarsanız 1940’larda gerçekleşmiş savaşın bile ne kadar korkunç olduğunu görürsünüz. Şu anda sorunumuz savaş bile değil. Toplumu mahvetme noktasının ötesine gitmişiz.

Üzerinde yaşadığımız yerküreyi mahvetmek üzereyiz. Marmara'nın üstünün kötü bir yosunla kaplandığını konuşmadık mı bir sene evvel? Pandemiyi konuşmadık mı? Bunlar hep genel eğilimin bizi getirdiği noktalar. O açıdan böyle bir genel düzen eleştirisi yapılmadan, büyük olaylara el atma motivasyonu ve düşüncesi içerisinde olmadan bu işlerle başa çıkamayız.